KUMRU
Kumru… Üç yaşında. Kimsenin ilk göz ağrısı olmamış. Dünyanın ağrısını üç senelik gözlerinde taşıyor. Ülkenin ücra bir köşesinde değil, çok bilindik kalabalık şehirlerin birinde, varoş yokuşlarda, elektriği de suyu da olmayan bir evde, sakat bir teyzeyle büyümeye çalışıyor. Bu yaşında altı hala bağlanıyor. Gazete kağıtlarıyla! Alt bezi çok pahalı. Hayat ateş pahası! Üzerinde teyzesine ait kıyafetler, hiç oyuncak bebeği olmamış… Hiç bebek olmamış… Ağlamayı da gülmeyi de bilmiyor.
Büyük şehirlerde doğup büyüdüğümden; kalabalıklarla aramda, zamanla, sevgi ve nefret arasında gidip gelen sarmal bir ilişki gelişti. İnsan yığınlarıyla beraber karşıdan karşıya geçip, onlarla yan yana boşluğa akmak; bana bir bütüne ait olduğumu hissettirdi. Ama hep aynı hizada ve aynı zamanda yorgun, ağrılı, umutlu ya da şehvetle dönülen, dönüldüğüne değilmemiş, hayal kırıklarıyla inleyen apartman boşluklarının yankısını büyüttüm içimde. Yüksek balkonlardan, hava kararırken, önümde büyüyen şehre her baktığımda; ışıkları yanmaya başlayan evler, perdelerin ardında kımıldayan gölgeler, mutfak pencerelerinden sızan yemek kokuları, apartmanın otomatiğine basıldığında çıkan mekanik ses, asansörün hareketlenmesi, bir anahtarın kilidinde döne döne yuvasını bulması sonra apartmanın sessizliğe yatması bana yalnız olmadığımı hissettirmekle beraber, bunca kalabalığın içinde nasıl bunca yalnız olduğumu da iliklerime dek hissettiğim yegane, zavallı ve hayal gücümü kabartan aynı zamanda eşsiz zamanlardı.
İlk gençliğim; değil bir dokunuşla dünyayı yakacak ya da belki de kurtaracak avatarımın olması, sadece SMS göndermeye yarayan külçe kadar ağır cep telefonlarına bile denk gelmedi. O telefonlar, ben artık ilk gençliğimi tamamlamışken piyasaya sürüldü. Belki de benim için böylesi daha iyi oldu. Yoksa sevgilimi tek bir smsle öldürebilir, ardımda tertemiz bir cinayet bırakabilirdim. Ya da ben üç kelimelik bir smsle intihar edebilirdim. “Aradım, yoktun. Peki.”
Kalabalık şehirlerde derin derin yaşadığım yalnızlığım sanal değil, burun deliklerimden kalbime yatay inen çok da gerçek bir yalnızlıktı. Çocukluğumsa; boş Nivea kutularını çiviyle delip, deliklerine ip geçirerek terazi yaptığım hayal bulutu. Daha çocukluktan bana peydah olmuş bir denge -sizlik tutkum vardı. Her şeyi ölçüp biçmek değil, kendi ölçüsüzlüğümün sınırlarını görmek, onu dünyanın ölçüsüyle tartmak gibi… Şimdi bile adını koyamadığım bir şey. “Her şeye illa da bir isim koymamız gerekmiyor değil mi? Adı olmayan bir şeyle sev beni…” Adını koyamadığını da sevemedi.
Zaman hızla değişir, hayatımıza 3G, 4G, 5G, üç boyut, boyut boyut, çip, aşı, korona girerken ben dünyaya yine ait olamadığımı ve onun dışına düştüğümü bir kez daha farkettim. Kimsenin artık kendisi olmadığı, elinde akıllı telefon, kurguladığı bir fotoğrafın, birkaç saniyelik reels videosunun ya da çok da popüler bir oyunun içine dalıp, rendelenip ruhundan sıyrılmış bir bedende, takma adla kimse olduğu garip bir dünya var artık önümde. Şurası çok kesin; benden daha yalnız bir dünya. Bu bana teselli olamayacak kadar acıklı. Ama elbet ben de herkes kadar, elimde telefon durmadan dünyayı parmaklıyorum. Haz yerini bulana ve onu teselli edene kadar! Öyle ya ancak insanla ölçebilirim ölçüsüzlüğümü, bir ağaçla ya da ısırgan otuyla ölçmem ya sınırsızlığımı!
Ben tam da, kalabalıklar, şehirler, boyutlar, bir tıkla sevdiğim, bir tıka indirgediğim sevişmelerimi, avatarları, avatarına alacağı ama ancak şu saatte online’a düşecek o çok özel kostümü almak için, çocukluğunu kablolarla boğan öğrencimi, bir beğeniyle tedavisine katkıda bulunduğum hastaları, hastalıkları düşünürken dahil olduğum kadın örgütlerinin birinden, çok sevdiğim sosyolog bir arkadaşımın telefonuyla ayaklarım, iclod’tan inip tekrar yere bastı. Dünyaya battı! Ya da dünya, yine, bilmem kaçıncı kez daha göğsüme…
“Zehra! Ben bu işi yaparken çok fazla dip gördüm. Valla bak. Sen de biliyorsun. Ama bu gördüğüm! Ben böyle dip görmedim!” diyerek ağlıyordu telefondaki ses. Ki o; zor durumda olan kadınlar/ailelerle birebir görüşmek için, duygularını bir yana bırakıp probleme ve çözümüne odaklanan biçilmiş kaftan olduğundan onu sahaya salmış, benim gibi gerçeklere dokunursa cinnet geçireceğinden korkanlar, klavyelerin, örgütlenmelerin mailleşme kısmına, oraya buraya telefon edip, şuradan buradan yardım toplamaya gönül verenlerin arasına sinmiştim. Böylesi delirmemem için çok doğru bir karar olmakla beraber çok da akıllı olduğum söylenemezdi ya neyse. Yok! İnstagrama düşmeyen hayatlar kadar yalnızım! En az şizofren annesinin onu öldürmemek için terk ettiği Kumru kadar…
Kumru… Üç yaşında. Kimsenin ilk göz ağrısı olmamış. Dünyanın ağrısını üç senelik gözlerinde taşıyor. Ülkenin ücra bir köşesinde değil, çok bilindik kalabalık şehirlerin birinde, varoş yokuşlarda, elektriği de suyu da olmayan bir evde, sakat bir teyzeyle büyümeye çalışıyor. Bu yaşında altı hala bağlanıyor. Gazete kağıtlarıyla! Alt bezi çok pahalı. Hayat ateş pahası! Üzerinde teyzesine ait kıyafetler, hiç oyuncak bebeği olmamış… Hiç bebek olmamış… Ağlamayı da gülmeyi de bilmiyor.
“Ne yapabiliriz?” diyor telefondaki ses bana. “Michael Haneke’nin filmindeki gibi topluca intihar edebiliriz” demek geçiyor içimden. Ama kaç Kumru’yu kurtarır bu? Gözümüze sokulan parlak dünyaların ardında bir yerde, hiç bilmediğimiz Kumru’lar yaşıyor ve onlar online hayatlarımızdan çok daha gerçek. Kalabalık şehirlerin yalnızlığını çantama tıkıp, dördüncü kattaki balkondan bir kez daha dünyaya bakıyorum. Kendimi kumrularla ölçüp biçiyorum. En çok da biçiyorum. Kumrularsa durmaksızın kanat çırpıyor.
0 Comments