Dil ve aidiyet duygusu
“Aslında bir çevirmen ve Türkçe’yi sonradan öğrenmiş biri olarak hep kendime şu soruları soruyorum:…bu ifadeler ve kelimeler beni ne kadar şekillendiriyor, ben kullandığım bu dile ait olmaya mı başlıyorum? O kadar ki kendi ülkemde bile yabancılık hissetmeye başladım! Anavatanım Belçika’yı düşününce gurbet kelimesi geliyor aklıma… Traji-komik. Anlayacağınız durum ciddi ama sıkı önlemler almak şartıyla hastanın iyileşme şansı hala mevcut…”
Yine yağmur yağıyor ve her yer gri, loş, ıslak. Belçika için normal bir gün herhalde. Bu kasvetli havalara nasıl olsa çoktan alıştık. Daha ekimin ilk günleri ve hiç durmayacakmış gibi yağıyor tepemize tepemize.
Belçikalı ünlü şarkıcı ve şair Jacques Brel’in “le plat pays” (Düz ülke) şarkısındaki sözleri geliyor aklıma : ”avec un ciel si bas qu’un canal s’est pendu“ (gökyüzü o kadar basık ki bir kanal kendini astı). “Le plat pays” şarkısında, Brel Belçika’nın ruhunu tasvir etmeye çalışır ve aslında Belçika’dan söz ederken daha çok Flaman bölgesine değinir. “Düz ülke” diye betimlediği Belçika. Kendisi Frankofon olmasına karşın, daha ziyade Flaman bölgesinden bahsediyor. Zira Jacques Brel Flaman kökenli ve varlıklı bir ailenin çocuğuydu. Büyüdüğü 30’lu ve 40’lı yılların Belçika’sında dil toplumsaldan öte daha çok sınıfsal bir olguydu. Flaman burjuva kesim Fransızca konuşurdu. Zaten Belçika kurulduğunda Fransızca yeni kurulan devletin kabul gören tek resmi diliydi ve bu durum Birinci Dünya Savaşı’na kadar süregeldi. Bana kalırsa, belki de edebiyatçı olduğum için, dil bir insanın kimliğini oluşturan en önemli unsur. Dil sadece iletişim sağlayan bir araç olmakla kalmaz, aynı zamanda düşüncelerimize şekil veren bir olgudur. Düşünmemizi mümkün kılan dildir. Söz olmadan düşünce de yoktur. Aristo boşuna “insan konuşan bir hayvandır” diye yazmamış. Dilin önemini atasözleri de vurgular (“bir dil bir insandır” atasözünde olduğu gibi). Bu atasözlerine yakından bakınca, bize direkt ya da dolaylı bir şekilde bir şeyler anlatmak istediklerini görürüz.Türkçe’de bir yandan atasözü denirken, diğer yandan da anadil diye bir kavram da vardır. Bu sözün babaya, dilin ise anneye ait olduğunu mu gösterir? Herhalde söz genetik olarak dilin bir sonraki haline işaret ediyor olabilir. Gerçekten de önce dil olmalı ki sonrasında söz olabilsin; tıpkı çocuğun ya da bebeğin hayatında önce annenin, sonra ise babanın olması gerektiği gibi. Hayat adını verdiğimiz sahneye önce anne çıkar, bir sonraki aşamada ise baba söz sahibi olarak çocuğun hayatında yerini alır. Gördüğümüz gibi dil sanıldığı kadar masum bir şey değil!
Aslında bir çevirmen ve Türkçe’yi sonradan öğrenmiş biri olarak hep kendime şu soruları soruyorum: Sonradan öğrendiğim bu yabancı dilde kendimi ne kadar ifade edebilirim, ne kadar kendim olabilirim? Ya da bir başka dilde kendimi ifade ederken bir başkası mı oluveriyorum? Bir başkası olabilmek için mi başka bir dilde yazmaya yöneliyorum? Ve bunun ne kadarını başarıyorum? Türkçe yazarken ve konuşurken sadece okuduğum metinleri ya da dinlediğim konuşmaları mı taklit ediyorum? Filanca kitapta okuduğum cümleler, haberlerde duyduğum ifadeler, tartışma programlarındaki konuşmalar, kayıp ve cinayet temalı porgramlardaki hararetli ya da küfürlü sözler… Bunların ne kadarı gerçek düşüncemi yansıtıyor, bunların ne kadarı bana ait?… Ya da tam tersi, bu ifadeler ve kelimeler beni ne kadar şekillendiriyor, ben kullandığım bu dile ait olmaya mı başlıyorum? O kadar ki kendi ülkemde bile yabancılık hissetmeye başladım! Anavatanım Belçika’yı düşününce gurbet kelimesi geliyor aklıma… Traji-komik. Anlayacağınız durum ciddi ama sıkı önlemler almak şartıyla hastanın iyileşme şansı hala mevcut…
Gurbet derken, etimolojiisini merak edip sözlüğe baktım. Türkçe’ye Arapça’dan geçmiş ve “grb” kökünden türemiş. Gurba “vatandan ayrı ve uzak olma, yabancı ülkede olma, sürgün” sözcüğünden alıntılanmış. İşin asıl ilginç tarafı “garp” ve “garip” sözcükleri ile ilintili olmasıdır. Garp « güneşin battığı yer, uzak olan » anlamına geliyormuş. “Garip”in anlamını ise açıklamaya gerek yok sanırım. Dış dünyadaki gurbet durumu iç dünyamıza gariplik olarak yansıyor. Ama asıl gariplik Belçika’da yağmurlu bir günde bir Belçikalı olarak bu tür düşüncelere dalmak bence.
Pencereden bakıyorum ve tabii ki yağmur dinmedi. Her yer gri, los, kasvetli. Belçika işte, ne yapalım ?…
0 Comments