TOPLUM OLMAK YA DA OLAMAMAK!
Version française de cet article: Faire societe
Zıt görünen bu iki grup insan arasında ortak bir nokta var: demokrasiye sırt çevirerek, toplumsal ya da ideolojik amaçlarına ulaşmak için şiddeti meşru bir araç olarak görmek. Bu bakımdan, Jürgen Conings olayı istisna değil.
Geçtiğimiz günlerde Frankofon Topluluğu Resmi Kanalı RTBF’de bir anketin sonuçları açıklandı. Ankete göre Frankofonların 11% Jürgen Conings’i anlıyor ve hatta destekliyor. Aynı zamanda, Flaman bölgesinde, yeni kurulan ‘als 1 achter Jürgen (Jürgen’i hep birlikte destekleyelim)’ facebook grubu aracılığıyla 43 0000’den fazla kişi Jürgen Conings’e desteklerini ilan etti.
Olayın politik boyutunun ötesinde, bu kadar insanın; kendi kişisel sorunları sebebiyle şiddete başvuracağını işaret eden bir mektup bırakarak, ağır silahlarla kaçan, ultra sağcı firari askere yakınlık hissetmesi, beraberinde bir çok soruyu akla getiriyor. Unutmayalım ki söz konusu olan devlete karşı isyan, ölümle tehdit ve terör (firari asker in hedefinde camilerin de olduğu açıklandı). Bu tamamen kabul edilemez bir durum.
Belçikalı ‘Rambo’yu destekleyenlerle ilgili hiçbir alakamız olmadığını söylemek ve kendimizi tamamen demokrasiye adanmış ve her türlü şiddetten arındırılmış ‘güzel ruhlar’ olarak görmek ne kadar da kolay olurdu. Zaten daha önce Fransa’da ultra sağcı Front National partisine karşı mücadele kapsamında böylesi bir politika izlenmişti. ‘Ultra sağ seçmenleriyle diyalog kurulamaz’ yönteminin doğurduğu sonuçları gördük. Ultra sağ ve popülist seçmenleri ötekileştirtikçe, Front National daha da büyüdü ve ismini değiştirerek Fransa’nın en sözü geçen partilerinden biri oldu.
Belçika’da benzer kordon-sanitaire rkçı parti Vlaams Belang (önceki adı Vlaams Blok)’ı Flaman Bölgesi’nde ikinci büyük parti konumuna getirmedi mi? 2019 seçimlerinde bölgede tüm partiler oylarını kaybederken Vlaams Belang, seçmenini %10 artırarak, geleneksel partilerin hepsini geçmiş, aşırı milliyetçi NV-A ile yarışıyor. Vlaams belang’ın önümüzdeki seçimlerde birinci parti olması bekleniyor.
Benzer bir şekilde Fransa’da ‘Sarı Yelekler’ hareketi elit kesim ve yönetimde olanlar tarafından hor görüldü ve resmi medya ‘Sarı Yelekler’i kültürsüz, çok da akıllı olmayan, popülist fikirlere yakın kişiler olarak lanse etti. Ben de dahil, herkes böyle düşündü. Ama halkın bir kısmının, haklı olan bazı isteklerini ve şikayetlerini tamamen görmezden gelmek doğru mu acaba ?
Diğer taraftan ideolojik olarak tamamen diğer uçta yer alan mahallemizin gençleri de; hastalıklı ve şiddet yanlısı bir ideolojiye kapılarak, Suriye’ye ve Irak’a gittiler. Cihat yapmak adına, orada yaşayan yerel halkı, -ki onlar çağırmamıştı bu cihadistleri- vahşice katlettiler, şiddet ve işkenceye maruz bıraktılar. Her iki grup da Belçika vatandaşı değil mi? Belçika pasaportu taşımıyorlar mı? Zıt görünen bu iki grup insan arasında ortak bir nokta var: demokrasiye sırt çevirerek, toplumsal ya da ideolojik amaçlarına ulaşmak için şiddeti meşru bir araç olarak görmek. Bu bakımdan, Jürgen Conings olayı istisna değil.
Bana kalırsa, amaçları doğrultusunda şiddeti meşru görmek, sosyal antlaşmaya tecavüz etmek anlamına gelir. Rousseau ve Hobbes’un bize gösterdiği gibi toplumun birincil işlevlerinden biri bireyin taşıdığı şiddet potansiyelini en aza indirmek. Toplum olmazsa, bireyler arasındaki ilişkilerde şiddet hüküm sürer. Boşuna ‘insan insanın kurdudur’ dememişler! Sigmund Freud’un tabiriyle; toplumsal ilişikilerde şiddete başvurmak, uygarlığın içindeki huzursuzluğun göstergesidir, bir semptomdur.
Bana göre, bu toplumsal huzursuzluğun nedeni; artık toplum olamamızdan kaynaklanıyor. Aynı ülke vatandaşıyız ama çoğu zaman hiçbir ortak değer paylaşmıyoruz. Evet aynı sisteme tabiyiz, her birimiz vergi ödüyoruz, devlete karşı aynı haklarımız ve görevimiz var, doktora gittiğimizde masrafların belli bir kısmı bize geri ödeniyor vs… Ancak aynı sisteme tabii olmak, toplum olabilmek için yeteri değil. Toplum olabilmek için bazı ortak değerler, görüşler vs. paylaşmak lazım, kendimizi bu topluma ait hissetmemiz lazım ki toplumun içinde aktif, huzurlu ve mutlu olabilelim.
İçimizdeki bu; bir yere, bir kültüre, bir topluma ait olma duygusunu karşılamak için ‘özgürlük’ adına bütün değerlere eleştirel bir şekilde ve şüpheyle bakan, modern batı toplumu, aslında bize ne sunuyor?
İnsanlardan toplum olmalarını istiyoruz ama aynı zamanda bu toplum olmaya bir anlam verebilecek, bütün söylemleri yok ettik. Dini ve inançları yokettik ‘gerici’ oldukları için. Milli duygu, milli aidiyet, vatan gibi kavramları da yok ettik! Çünkü şiddete ve savaşlara gebeler. Kişisel özgürlükleri kısıtladıkları için aile kavramını ve toplumun içindeki geleneksel dayanışma zincirlerini de yok ettik. Bazen de biolojiyi bile hiçe sayarak cinsler arasındaki farklıklara da karşı çıktık, çıkıyoruz. Anneleri yok ettik, babaları yok ettik. Sıra çocuklar da. Kovid salgını olmasaydı seve seve ölümü ve fani oluşumumuzu da yok sayıyorduk! Toplum olabilmek için ve kendimizi bu topluma ait hissetmek için ne kaldı elimizde? Bütün dünyaya gururla ihraç etmek istediğimiz toplum modeli bu işte! Ve bu manevi, ideolojik ve aidiyet çölünün ortasında, artık ortak hiçbir değeri paylaşamamamıza da şaşırıyoruz üstelik. Tüm bunlara rağmen insanlardan toplum olmalarını bekliyoruz.
Bana göre, toplum salt bir idari ve ekonomik sistem değildir. Toplum, içinde yaşayanlara kendilerini aşan, genel bir anlam sunabilmeli. Bir toplum ne zaman; ekonomik gerçekler ötesinde, kendisini oluşturan bireylere daha genel bir anlam, bir aidiyet duygusu veremiyorsa, ne zaman bir toplum, kendini hayal etmekten vazgeçiyorsa, o zaman yok olmaya mahkumdur.
Artık nerdeyse hiçbir ortak felsefi ve etik değer paylaşmayan gruplar ve aşırılar karşısında demokrasiye inanan herkese şu görev düşüyor : sosyal bağ kurmak ve hep birlikte yeni bir toplumsal anlam oluşturmak. İşte o zaman “Belçikalı cihatçıların çocuklarını nasıl Belçika’ya geri getirebiliriz ya da gözü dönmüş ultra sağcı firari bir askeri nasıl durdurabiliriz” gibi sorulara cevap aramak zorunda kalmayacağız.
0 Comments