BİNFİKİR’E HALİME ADINA MİNNETLE
Version française de cet article: Au nom d’Halime
Türk lokantasında kadehimizi Binfikir’e ve Halime’lere kaldırıyoruz, onların varlığından haberdar ve onlar için bu ülkede olup biteni onların dilinde de duyuran Binfikir’e. Halime’lerin aslında kör, sağır ya da dilsiz olmayışlarına bir de…
Yorgun yüzlerin ve grinin hüküm sürdüğü bu ülkede, yağmurdan kaçmamayı ve ona teslim olmayı öğreneli çok oldu. Yine yağmur yağıyor, bana mısın demiyorum heyhat! Yağmurluğumu giydim, kapüşonumu başıma geçirdim, az önce ormana giden patikada tasmasını saldığım Bono mutlu. Bir köpeğin sevinciyle mutlu olduğum yaşlara geldim. Bono kuyruğu sevinçten bayrak gibi dalgalanarak koşuyor, karşılaştığı kokuları daha da içine çekmek için burnunu yerden kaldırmıyor. Bense yüzümü… Yüzü gökyüzüne ve hiçbir yere bakmayan insanlar arasından geçerken, ben de en çok, yağmur solucanlarına basmamak için yeryüzüne bakar oldum. Kırmızı, boğum boğum, uzun solucanlar, olur ya, yanlışlıkla birinin üzerine bassam, birkaç parçaya ayrılır, her bir parçası ayrı ayrı kıpırdardı. Mideme bir ekşilik düşer, yüzüm beyaza keserdi o zaman. Yıllarla yüzüme yerleşen ekşilik hep bu yüzden. Yaşımla ve dünyayla bir ilgisi yok. Bu dünya cennet değil. Çok önce öğrendim.
Böyle ıslak bir gündü yine. Bir arkadaşımın ısrarıyla yola çıkmış, bir tek atıp unutalım istemiştik kim ve nerede olduğumuzu. Ama kendimizi yine de Türklerin yaşadığı mahallelerden birinde bulmuş, sonradan düştüğümüz bu toprak parçasını belki ama içine doğduğumuz dili ve kültürü unutamayacağımızı, dahası onu unutmak istemediğimizi bir kez daha anlamıştık. Alkollü içki de sunan! bir Türk restoranına gidip, kafaları çekelim dediydik kadın kadına! Dar ve yıllanmış sokaklarında bir şehrin ilerlerken, karşıma çıkan Türkçe bir yazıya takıldı gözüm. Garaj kapısına el yazısıyla büyük harflerle yazılmış, kargacık burgacık bir yazı: ‘Park etme, polis gelir’ Tam fotoğraf çekecekken evin kapısı açıldı.
Bazı insanlar, kimi hayatlar, hiç ummadığınız sokaklarda kolunuza, omzunuza, yüreğinize dokunuverir. Kimi zaman aradığını bulmak, aslında bulmayı hiç ummadığınız size ait olmayan bir şehrin sokağında, öylece durup gözlerinizin içine bakar kara kara gözleriyle. İşte öyle kömür karası baktı gözlerimin içine, Halime. Adını konuşmamızın sonunda öğrendim.
Baktığı yerlerde iki kara delik açıldı, kocasından kalma kömür kokusu, maden derinliği indi göğsüme. Yeryüzünün bilmem kaç metre derininde bir süre nefessiz kaldım. Halime öylece bana bakmayı sürdürdü. Biraz utangaç, yorgun, umutsuz ve çokça çocuk. Yaşına çocuk kalmış yetmişinde. Zaten yaşından değil de çocukluğundan ses verdi: “14 yaşında geldim Belçika’ya. Evlenip geldim. Okutmadılar beni. Annemler değil de, bizim oralarda kız çocuklarını göndermezler okula. Uzaktı okul. Köydeydik biz. Yoksulduk. Kız çocuklarının bir büyükbaş hayvan kadar değeri yoktu. Babam ineğini sevdiği kadar sevmedi beni. Kısmetim çıkınca da uzak yakın, yaşı benden büyük demeden verdiler beni. Evden bir boğaz eksildi. Ben evdeki fazla boğazdım. Trenle geldim buraya.” On dördünde hiç tanımadığı, dilini bilmediği bir ülkeye evlenip geldiğini duyunca, irkiliyorum. O benim irkildiğimi görünce çatlıyor kabuğu, incecik bir gözyaşı düşüyor aramıza benden ve Halime’den. Karşımda duran şimdi yetmiş yaşlarında çocuk kadın Halime’nin “keşke başka türlü olsaydı” deyişini, tülbentlere sarıp sarmalamak istiyorum.
“Azıcık biliyorum buranın dilini. Ama burada olup biteni anlayacak kadar değil. Kör, sağır ve dilsiz gibi yaşıyorum yıllardır burada. Yokmuşum gibi. Varlığımın kimse farkında değilmiş gibi. Türkiye’de olan biteni, Türk televizyonlarından görüp duyuyorum da, burada olup bitenleri nasıl anlayayım? Merhaba, nasılsından öte bilmediğim bir dil.” O vakit bir kez daha anlıyorum başka bir ülkede, o ülkede olan biteni uzağına düştüğü anadilinde anlatan, yayın yapan bir televizyon ya da bir gazetenin varlığının önemini. Türkiye’de olup bitenden çok, burada olup biteni Türkçe’de okumanın, duymanın sevincini.
Halime’den içimize kaçan adını koyamadığımız bir hüzünle ayrılıp, vardığımız Türk lokantasında kadehimizi Binfikir’e ve Halime’lere kaldırıyoruz, onların varlığından haberdar ve onlar için bu ülkede olup biteni onların dilinde de duyuran Binfikir’e. Halime’lerin aslında kör, sağır ya da dilsiz olmayışlarına bir de…
Bono’nun bir ağaç kovuğunun dibine dibine ısrarla havlamasıyla Halime’yi hatırladığım hatıradan ayrılıyorum. Ne anlatmaya çalışıyor Bono? Yağmur dindi. Yağmur solucanları toprağa açılmış deliklerin içine kaçıyor. Benim burnumda kömür kokusu…
0 Yorum