Köy Enstitülülerin Açık Alnı
Arı gibi çalışkan öğretmen, kelebek gibi uçmuş, yedi saat boyunca yorulmadan, doyasıya gezmiş Louvre müzesini diye anlatıyorlardı bir dostun evinde buluştuğumuzda. Karşımda dopdolu, kır saçlı bilge öğretmen; Anadolu’nun step bozkırından söz etmeye başladı. Toprağın soluk aldığını duyumsayan bir yüreği, kır-kıraç ovadaki taşların sessiz iniltisini, kır çiçeklerinin kokusunu, kavakların rüzgarla gelen sesini hücrelerinde hissediyordu. Uzun yıllara yayabileceğimiz dostluğumuzu, sıcak, bilge davranışlarıyla hissettiriyor, bir kır çiçeği gibi sunuyordu bana ve etrafına.
Onyedi, onsekiz yıl önce eğitimle ilintili bir konferans için, Brüksel’de bir salonda dostlarla buluşmuştuk. Konuşmacı bir eğitimci, öğretmendi. Zayıf, kır saçlı, buğday tenli,üstü başı memleket kokan, çelebi gülüşlü, bilge duruşlu, kır çiçeği kokuşlu eğitimci bir beyefendiyi dinlemeye gitmiştik. Konuşmak için ona mikrofon uzatılmadan önce, sade, dupduru, vakur, dingin ses tonuyla; Eğitimci, öğretmenim dedi. Adını söyledi, kendini kısaca tanıtıp, dinlemeye koyuldu etrafındaki yeni tanış olduklarını.
Bilinir,”Pisagor Okulu’nda” öğrencilere beş yıl susmayı öğretirlermiş. İnsanlar vardır, tekdüze konuşur, susmak nedir bilmezler. Öğretmen bey, hiç konuşmaksızın dinliyor, arada bir gülümsüyordu. Ona, mikrofon verilip konuşmaya başlayınca, üzerindeki güvercin tedirginliği gitmiş , çağlar öncesinden gelen sesi, konusunda donanımlı, bilge kişiliğiyle, avucunun içine almıştı toplantıya katılanları.
Zaman zaman lirik anlatımı, didaktik ifadelere dönüşüyor, rakamlarla, tarih vererek, sağlam dayanaklarla sürdürüyordu konuşmasını. İki saat süresince, yeni başlamış gibi akıp gidiyordu yüreklerimize. Birikimi ve bir çocuk iştahıyla anlatırken, imrenerek dinliyordum. Ardı geldi, söyleşi sonrasında tanıştım kendisiyle.
Felsefe, sanat, edebiyat, şiir derken bilgisini döküyor, paylaşıyordu cömertçe. Sürekli yanında bulunan öğretmen hanıma bakıyordum uzaktan. Hanımefendi, nasıl da güzel ilgileniyordu, bizim çelebi, bilge konuşmacımızla. İşte, adanmış bir hayat onunkisi diye geçmişti içimden. Aman hocam terlisiniz, o su soğuk içmeyin lütfen, şu hırkayı sırtınıza alın hasta olmayın siz, diyordu. Merak edip adını öğrenmiştim, o da öğretmenmiş, öğretmen beyin eski bir öğrencisiymiş üstelik. Zeliha Kanalıcı imiş adı. Söyleşi sonrası ilgi odağıydı bilge öğretmenimiz. Ertesi gün Paris yolculuğu olacakmış, Louvre müzesine gidilecekmiş. Arı gibi çalışkan öğretmen, kelebek gibi uçmuş, yedi saat boyunca yorulmadan, doyasıya gezmiş Louvre müzesini diye anlatıyorlardı bir dostun evinde buluştuğumuzda. Karşımda dopdolu, kır saçlı bilge öğretmen; Anadolu’nun step bozkırından söz etmeye başladı. Toprağın soluk aldığını duyumsayan bir yüreği, kır-kıraç ovadaki taşların sessiz iniltisini, kır çiçeklerinin kokusunu, kavakların rüzgarla gelen sesini hücrelerinde hissediyordu. Uzun yıllara yayabileceğimiz dostluğumuzu, sıcak, bilge davranışlarıyla hissettiriyor, bir kır çiçeği gibi sunuyordu bana ve etrafına. Bir sessizlik anında,siz şairmişsiniz, yeni öğrendim dedi gülümseyerek. İçinizden gelirse bize şiirlerinizi okursanız sevinirim deyivermişti sevecenlikle. Olurlamıştım ben de. Kafamda, ileride ona adayacağım ilk dizelerimin ayak seslerini duyuyordum oysa. Ve… bir kaç şiirimi, ardından Nazım’ı okumaya durdum. Sevinci boyutlanmıştı… Louis Aragon’dan, Mayakovski’ye, Tagor’dan, Yunus’tan, Federico Garcia Lorca’dan, Bertolt Brecht’e sonra da Nazım üzerine sürdürdük konuşmamızı derinleşerek.
Ankara’ya dönüş sonrasında, dost görüşmelerimiz yıllardır sürüyor, o gün bugündür. Türkiye’ye gidişlerimde, Ankara’ya gidiyor ellerini öpüyordum saygıyla. Gidişlerimin birinde ona adadığım, tüm öğretmenler için yazdığım, fotoğrafının üzerine özel olarak aktarılmış şiirimi ona uzatınca büyük bir coşkuyla ve çocuk sevinciyle; şair, beni bahtiyar ettin demişti kucaklaşırken.
Şimdi, buğday tenli, çelebi gülüşlü, beyaz saçlı kent bilgesi: Abdullah ÖZKUCUR öğretmenim,”Yüz yaşına” giriyor. O, benim için;” Köy Enstitülülerin açık alnıdır.” Varolunuz. Ellerinizden ve yüreğinizden öperim, saygıyla. Esenlikler diliyorum. (17 Aralık 2019-Brüksel)
BAKIŞLARINI TAŞIDIM GÖZLERİMDE
Abdullah Özkucur ve öğretmenlere
Ne sözünün üstüne söz
Ne de bakışlarına gölge
Konacaksa eğer
Yüzüne güneş konsun
Öğretmenim
Sen bakınca
Ay dağa çıkar
Koşar koşar da iner
Yıldızları sarınca
Bakışı bir kırlangıç uçuşu
Ki, yüreğime değdi, değecek
Buradayım, yerimde
Düşlerin öpüşlerinde
Kendimizi içmiştik kadehlerde
Horoz ötüşlerine dek süren söyleşilerde
Serçe ürkekliğiyle seken saklı su
Köy Enstitülü kuşağın açık alnı
Ne baskı, ne dayak, ne jandarma korkusu
Onlar;
Ne , zaman içinde korundular
Ne, geniş zamanlarda yoruldular
Öğretmenim
Sen konuşunca
Akarsu dalgınlaşır
Dost düşman kucaklaşır
Sen susunca
Sıkıntısını içinde taşıyan ırmak gibisin
Suyun bol
Yaralı ceylanların yüreğine
Su serpiyor sesin
Ah ! o , alnından öpülesi hayatları kucaklarım
Yeter mi ki , sarmak için hepsini kollarım
Onlar ;
Ne, zaman içinde korundular
Ne, geniş zamanda yoruldular
Öğretmenim
Derdin ki, beni
Her zaman an
Yıllarca kulaklarımda taşıdım
Sesini…
Bakışlarını gözlerimde
Yitip gitmeyeceksin hiçbir zaman
Onlar;
Ne, zaman içinde korundular
Ne, geniş zamanlarda yoruldular
Onun için, dün de, bugün de varlar
Ve, bizlerle var olacaklar.
0 Comments