DÖN DÜNYA! KALP DURUR, SEN DURMA
Version française de cet article: Monde, ne t’arrête pas! (le cœur s’arrête, toi continue!)
Balıkçı ağları… Çocukluğum ağlara takılmadan ama oyunlarda düşe kalka geçti. Şimdi kendi ağını ören bir örümcek gibi yaşasam da, galiba ağlara daha çok, parmaklarımın kapı arasına sıkışıp, tırnağımın düşmesini göze alarak, ilk gençliğimde takıldım. Bu yüzden, terk edildiğimde de, sevdiğim birini kaybettiğimde de en çok parmak uçlarımdan acıdım! Şimdi baharın kapısında, on parmağım birden acır, tırnaklarımı toprağa gömerken, evet, ağlara takılan balıkların dans etmediğini çok iyi biliyorum.
Balıkçı ağlarına takılmış onlarca balığın çırpınışları kaldı aklımda, izlediğim bir filmden. Fondaki müziğe aldanırsam onların dans ettiklerini de düşünülebilirdim elbet. Birbirlerinin üzerinden atlıyor, çırpınıyor, kimisi tekrar suya düşüyor, kimisi son bir kez sıçradıktan sonra hareketsizce duruyordu ağda.
Kendini mütemadiyen tekrar eden günlerden bir gün yine. Dünün aynısı, yarının kopyası. Vakitli uyanılmış bir sabahın gecesinde, beklenmedik bir şey yaşanmadığından, sabahına da geç kalınmamış, geç kalınsa dahi hakiki bir bahanesi zaten olamayacakmış bir gün. Ölenle ölünmemiş, hayat bu, her şeye rağmen devam edilmiş bir gün. Çocukları okula göndermenin telaşının ardından, laptop açılıp, şirkete bağlanılmış, mutfaktaki kahve kokusunun, dağınıklığın, koridorun orta yerine, oyuncak arabalardan, oyuncak evlerden kurulmuş, aslında çok da eğlenceli bir dünyanın üzerinden atlanmış, artık fotoğraflarda kalmış bir gülüşün kıyısından geçilmiş sıradan bir gün. Nicedir böyle. Uzun yıllardır. Yeni değil. Yenisi; dünyanın eve sıkışması. Hayatın kursağımda kalması. Özellikle Kuzey Avrupa ülkelerindeki monoton yaşamın karbon kağıdı kokusu. Michael Haneke filmlerinin boğazıma yapışan duygusu. Planlanmış ajandaların, kurulmuş saatlerin beklentisizliği… Kimsenin aniden çıkıp gelmemesi, birinin birden bire gitmesi ama çöplerin yine de hep aynı gün ve aynı saatte toplanması, milim yerinden kıpırdamaması takvimlerin… Ömrüme uzanmış balıkçı ağlarından başka…
“Ben nerede, ne zaman, kaç defa takıldım bir ağa?” diye soruyorum kendime. Gerekli, gereksiz her soruyu kendine soran, içeri sızılacak bir yer buldu mu, kımıl kımıl kendine yanaşan ben, deşmeye başlıyor beni ben edeni. Soruyu soran da, cevabı bilen de, bunu dillendirmeye cesaret edecek olan da ben olunca, katmerli bir dürüstlük mücadelesi başlıyor içimde. Yine önce çocukluğuma varıyorum. Ben en çok oradan besleniyorum, oraya varıp, oradan çocuk sesimi bağırıyorum. Çünkü insan büyüdükçe çocukluğuna varıyor ve her ne menem şeyse bu çocukluk, boyundan büyük, büyük olmaları tanımlıyor.
Kapı ağzında duran, her fırsatta içeri kaçan, yazımın ta orta yerine oturan çocukluğum! Fırsat bulduğu her anda dışarı kaçardı oysa “anne ben sokaktayım” çığlığıyla. Annemin onayını duymadan çekiverirdim kapıyı ardımdan. Kaç parmak sıkışmış, kaç tırnak morarıp düşmüştür bilmiyorum da, o parmakların acısı, morarmış tırnakların görüntüsü hâlâ aklımda. Önce kızarır, sonra mosmor olur tırnak. Siyaha yakın bir renge döner sonra da. Henüz incecik, pespembe yeni bir tırnak yeni çıkıyorken, çürümüş olan, ardında havayla temas ettiğinde bile, can acıtan bir boşluk bırakarak terk eder parmağı. Ben bunu göze alarak kapıyı hızlıca ama parmaklarımı kapıyla kapı kasasının arasında her seferinde unutarak çekerdim. Yeter ki annem bana yetişip, beni evin içine çekmesindi! Kapıya sıkışmış parmağımı önce emer sonra gözümün ucuna birikmiş yaşları gerisin geri teper, İzmir Halil Rıfat Yokuşu’nda, yokuş aşağı oyunlara inerdim.
Evimizin balkonundan, annemin kahkahası, umutları, kimi zaman da hayal kırıklıklarıyla suladığı sakız sardunyaları sarkardı. Onların arasında ablamın çiçek açmış saçları. Akşama doğru onun, “Babam geldi, yemek vakti, hadi eve!” seslenişi. Ben ve arkadaşlarım “evli evine, köylü köyüne, evi, köyü olmayanlar sıçan deliğine” diye bağrışır, kaçışırdık yemek kokularıyla tütsülenmiş günahsız sandığımız evlerimize. Kapıya sıkışmış parmağım işte o zaman sızlamaya, acımaya başlar, annem parmağımı gördüğü anda koyverirdim göz yaşlarımı onun kucağına. Bir tek annem toplardı dağınıklığımı, düşen tırnaklarımı, göz yaşlarımı… Haftada bir gün de, yeşil kalıp sabunla çitileyip atardı üzerimden sokak kokumu. Çiçekli pijamalar içinde ablamla beraber paylaştığımız odadaki yataklarımızda güneş; kalın kadife perdelerin arasında bulduğu boşluktan uykumuza sızıp bizi sana yağı kokulu sabahlara uyandıracak bir uykuya dalardık. Günler uzun, yıllar geçmek bilmezdi. Büyümek büyülü düş, bir an önce varmak isterdik.
Balıkçı ağları… Çocukluğum ağlara takılmadan ama oyunlarda düşe kalka geçti. Şimdi kendi ağını ören bir örümcek gibi yaşasam da, galiba ağlara daha çok, parmaklarımın kapı arasına sıkışıp, tırnağımın düşmesini göze alarak, ilk gençliğimde takıldım. Bu yüzden, terk edildiğimde de, sevdiğim birini kaybettiğimde de en çok parmak uçlarımdan acıdım! Şimdi baharın kapısında, on parmağım birden acır, tırnaklarımı toprağa gömerken, evet, ağlara takılan balıkların dans etmediğini çok iyi biliyorum.
0 Comments