Covid – 19’un topluma etkisi, artan eşitsizlik ve yabancılaşma
‘Yabancılaşmak’, korkunun doğurduğu bir virüstür. Çoğuldur. Çoğulun olduğu yerdedir.
Ve bu virüs, Walter Molino’nun zamanından beri, hatta ondan da önceden beri var olan bir bulaşıcılığa sahiptir…
Ve emin olun, dünya kaç salgın atlatırsa atlatsın, insanın en çok bu virüse karşı bağışıklığı bulunmamaktadır…
Walter Molino’nun 1962’de çizmiş olduğu bu görsel, o yıllarda, geleceğin temsili olarak nitelendirilmiş, birçok aristokrat insana ‘evet, gelecek mutlaka böyle gözüküyor olmalı’ dedirtmiştir.
İyi hoş, bu yıllardan sonra her ne kadar şapka düşmüş (kel gözükmüş) ve elitist bir dünya teknolojinin yaygınlaşması ve mesafelerin kısalabilmesi sayesinde yerini daha mülti-kültürel bir boyuta taşımış, zengin – fakir daha çok ortaya çıkmış olsa bile, yine de gerçeklerden çok uzak bir canlandırma sayılmaz bu resim.
Benim bu görselde ki dikkatimi en çok çeken husus, toplumun yine aynı olmuş olması. O zamanın insanı topluma dair hangi düşünceler içinde idiyse, bu zamanın insanı da aynı düşünce içinde: git gide birbirimizden uzaklaşıyor, birbirimize yabancılaşıyoruz.
Ve ne enteresandır ki, bunun ilk adımını çocukluğumuzdan başlayarak yapıyoruz.
Bir araştırmaya göre, anaokulundaki sosyo-ekonomik statüsü düşük ailelerden gelen çocuklar, diğer çocuklardan farklı olarak, ana okul öğretmenlerinin elini hiç tutmuyor, aradaki mesafeyi baştan koymaya başlıyorlarmış bile.
Aşılamayan zengin – fakir, yerli – yabancı duvarı, adeta henüz idrak edemeyen küçücük çocuk tarafından örülmeye başlıyor.
Peki bu psikolojik dürtü, sen – ben, siz – biz ayırımı, şimdi günümüzün salgın döneminde nasıl bir etki yaratıyor?
Harvard Üniversitesinin düzenlediği bir online görüşmede, gelişmekte olan ülkelerin salgın sırasındaki politika seçiminin genellikle ya hayat kurtarmak ya da ekonomiyi kurtarmak diye bir çelişki yarattığı söylendi.
Oysaki “Bunları zıt hedefler olarak düşünmemeliyiz,” dedi bir katılımcı.
“Hem ekonomiyi, hem de insanların sağlığını düşünebileceğimiz bir fayda – maliyet dengesi tutturabilmek, öne sürüldüğü kadar sarp bir yokuş olmamalı.”
Eminim bu salgın döneminde market alışverişini yapanlar da şaşırmıştır, ‘sepet almadan alışveriş yapılamadığını’ ama ‘yine de sepetlerin iyice dezenfekte edilmesi gerektiğini’ öğrendiklerinde. Bu yukarıda bahsedilen tutumdan bir örnekle karşılaşıyorlardır aslında. Halbuki küçük ihtiyaçlar için sepet almadan alışveriş yapılsa, hiçbir şeye dokunulmaz ve böylece risk de oluşturulmaz. Fakat amaç ‘hem alışveriş yaptırmak’, hem de ‘sağlığı düşünmek’ olunca, böyle bir tablo çıkıyor ortaya.
Salgın ortamında hangi yöntem en doğrusu?
Hiçbir yöntem, ‘en iyi yöntem’ değildir bu yüzden, diye savunuyor ve salgının, yönetim ve yöntem seçimlerimizde uyum gerektiren bir değişim hedefine ışık tutmuş bulunduğunu anlatıyor katılımcılar.
Dolayısıyla, hangi yaklaşımın covid – 19’a karşı savaşta başarılı olacağını anlamak için toplumla ortak çalışmalar gerçekleştirilmeli.
‘Tepeden aşağı’ yöneten bir tutum, böyle bir durumda faydalı olan bir yöntem değildir, diye sonuca varılıyor görüşmede.
Fakat yine de hastanelerin dolup taşmasını önlemek için hangi işletmelerin, hangi yerlerde ve ne kadar süreyle kapatılması gerektiği net olmadığından, siyasi yönetimin virüsün risklerini ve maliyetlerini, sürekli gerilemenin maliyetleri ve riskine karşı nasıl bir denge oluşturması gerektiği büyük bir soru işaretidir.
İşte tam da bu noktada COVID-19 salgını eşitsizliğe sert bir ışık tutuyor.
Mesela hizmet sektöründeki işlerde maaş çeki ile yaşayan insanlar, evden yapabilecekleri maaşlı işlerde çalışanlara göre çok farklı bir konumdadır.
Ayrıca salgın, gelişmekte olan ülkelerin ödemeler dengesini sınırlandırmış, emtia (altın, gümüş, petrol, doğal gaz, bakır, pamuk, mısır, buğday, şeker, kahve gibi malların tümü) ihracatı, turizm, işçi dövizleri ve sermaye girişlerini zarara uğratmıştır.
Covid 19 Sınıf ayrımlarını derinleştiriyor mu?
Bazıları bu nedenle COVID’in sınıf ayrımlarını daha da derinleştireceğinden endişe ediyor.
Zira Oxfam’ın raporuna göre, büyüyen eşitsizlikte, kriz, yoksullukla mücadelede kaybedilen on yılı tehdit ederken, dünyanın en zengin on adamı salgın sırasında toplam servetleri 540 milyar dolar arttı.
Bu az sayıdaki insan, dokuz ayda bir ömür boyu harcayabileceklerinden daha fazla parayı cebe atmış bulunuyor bile.
Artan eşitsizlik, yoksulluk içinde yaşayan insan sayısının salgın öncesi seviyelere dönmesinin en az 14 kat daha uzun sürebileceği anlamına geliyor.
“Bu gerçekler utanç verici. Hükümetler bu duruma karşı duyarsız kalmaya devam edemez, harekete geçmelidir. En zenginlerin adil vergilendirilmesi, küresel toparlanmaya yardımcı olabilir, yoksullukla mücadele için daha fazla para toplayabilir ve daha eşit toplumların şekillenmesine yardımcı olabilir. ” diyor Oxfam.
Gelişmiş ülkelerin yönetim fikrinde ‘ortak olmalıyız’ anlayışı varken, bu ülkelerde ayrıcalıklar baş gösteriyor ve ortak bir noktaya varılamıyor.
Gelişmekte olan ülkelerin dayatmalı sistemleri varken, halk bu dayatmada veya bu dayatmaya karşı birlik oluyor.
Yani insan, yine bildiğini okuyor ve asıl mesele vicdanlarımıza kalıyor…
Hepimiz aynı gemide miyiz?
Bir yerde okumuştum: “Hepimiz aynı gemideyiz demeyin, ama hepimiz aynı fırtınaya maruz kalıyoruz deyin.”
Ne kadar da doğru bir tespit gerçekten de…
Kiminin yatı, kiminin sandalı. Karantina sürecinde dört duvar üstüne üstüne gelenler ve evinin geniş bahçesi bulunanlar.
Çalışmak zorunda kalıp hem kendi risk altında olan, hem de ailesini risk altında bırakanlar ve hem devletten gelir sağlayıp, hem de bunu az bulup şikayet edenler.
‘Çocuklarımız sosyal gelişiminden eksik kalıyor, hafta sonu çıkıp arkadaşlarıyla gezip eğlenemiyor’ diye yakınan varlıklı aileler ve laptop alabilmek için para biriktirip, kapılarını kapatan bir eğitim sistemine tutunmaya çalışan yoksul öğrenciler.
“Bana bir şey olmaz” deyip yasağı delip insan içine karışıp, gerçekten de onlara bir şey olmadan, başkalarının canına sebep olanlar ve risk grubundaki büyüklerini korumak için, sağlık koşulları uygun olmayan iş yerlerine gitmeyip, gelirsiz kalıp, ekonomik sıkıntı çekenler.
Kendine bir sürü yeni hobi edinip, içinde yeni cevherler keşfedenler ve “hayatım meğerse ne kadar boşmuş” deyip dışarıyı özleyenler. Yalnızken zenginleşenler ve hiçlik içinde yalnızlaşanlar.
Birbirinin kıymetini daha iyi anlayan eşler, sevgililer ve şiddet, boşanmaya kadar varan beraberlikler.
Devletin sözünden çıkmayıp, sözünden çıkanı coplamayı kendine hak görenler ve ‘haksızlık bu’ diye yakınıp, devletin karantina sistemine sövenler.
Salgın, ayrı ulusal kriz yönetimi sistemleriyle ve toplumsal değerlerle olan ilişkimizle, aslında birbirimize ne kadar da yabancı olduğumuzu ortaya koyuyor.
Fakat aynı zamanda, bütün dünyayı aynı birlik çatısı altında buluşturuyor.
Aynı korkuyu taşıyan, aynı kayıpları yaşayan, aynı umutları besleyen, aynı havayı soluyan ve depremzede birisinin “nefes alamıyorum!” diye yakardığında, aynı yardım elini uzatan, “aslında tanısan, çok seversin” – yakınlığı kadar “iyi” insanlarız.
‘Yabancılaşmak’, korkunun doğurduğu bir virüstür. Çoğuldur. Çoğulun olduğu yerdedir.
Ve bu virüs, Walter Molino’nun zamanından beri, hatta ondan da önceden beri var olan bir bulaşıcılığa sahiptir…
Ve emin olun, dünya kaç salgın atlatırsa atlatsın, insanın en çok bu virüse karşı bağışıklığı yoktur…
0 Comments