Z’ye Mektup
Version française de cet article: Lettre à Z
Hangi sebeple olursa olsun, bir yerden gitmenin boşluğuna, alfabelerin tüm harflerine ama en çok “ü”ye ve yanımda getirdiğim iki noktaya, o yeri dolmaz geçmişe selamla.
Müjde Paralı Van Gorp
Sevgili Z,
Sana yazabilmek için, pencerenin önünde duran masadan, arada bir başımı kaldırıp, karşımda oynaşan ağaçlara bakıyorum şimdi. Evet, ev diyebildiğim her yerde yaptığım gibi, burada da masayı pencere önüne koydum. Perdeler yine açık. Bir sokağa ya da bir parka karşı bu çıplak olma halini de, perdeleri açık evlerin cüretkarlığını da hâlâ seviyorum. Bu arada “hâlâ” kelimesinin barındırdığı zaman kavramını düşünüyorum. Onun bizim bildiğimiz değerlerle ölçemeyeceğimiz, kendine ait bir vakti var değil mi? Bilinmeyen bir an başlamış ve bitip bitmeyeceği belli olmayan bir süreci anlatıyor sanki. Belki de daha çok bir şeyin artık sıradan olma halini. Tıpkı “seni hâlâ seviyorum” cümlesindeki gibi. Tekinsiz biraz da ve aynı zamanda sitemkar. Birine ve bir şeye rağmen devam etme hali, alışkanlık. Ama zaten hayat da bir hâlâ değil mi? Ve hâlâ kelimesi, benim için şapkasını düşürmüyor başından. İnatla a’nın üzerine bir şapka konduruyorum. Ve bana kalsa, herkesle bambaşka bir alfabeyle konuşurdum, başka seslerle sevişirdim. Ah bana kalsa…
Günlerdir bedenime bir korkuyu fısıldayıp, değdiği yerlerde soğuk kesikler bırakan rüzgar, önümde duran ağaçların dallarını bir sağa bir sola, bazen yukarı ve aşağıya ittiği gibi, beni de durduğum yerden itsin, tekrar harekete geçirsin istiyorum ancak kıpırdayamıyorum. Kaskatıyım. Belki de henüz yabancısı olduğum bu soğuktan bu katılık. O kadar çabuk, o kadar uzun yol geldim ki, artık durma zamanı. Durup, böyle saatlerce önümde dimdik duran ağaçlara bakmak. Hiçbir yerde duramamış, ayağının altındaki toprağın onu sürekli silkeleyip, başka yerlere atıp atıp bıraktığı ve onca yol gitmiş ama hiçbir yere gelmemiş, hiç kök salamamış birinin, şimdi bir ağaca özenmesini anlayabilir misin, bilmiyorum. Bir tek şey için çok üzgünüm. Sanırım, çok sevdiğim ağustos böceklerine, bu soğuk Kuzey Avrupa ülkesinde hiç rastlamayacağım.
“Öyleyse niye gittin?” diyeceksin, bir geçmiş zaman sorusu halinde. “Kanat seslerinden yorulduğumdan, biraz durmak istediğimden.” diyeceğim ama bu cevaplardan kendim bile emin değilken, sırf bir cevap vermek için, birkaç neden sıralamak dürüstlük gibi gelmiyor bana. Oysa buraya gelirken, dürüst olacağıma, onaylanmak, kabul görmek için, başka biri gibi davranmayacağıma kendi kendime söz verdim. Dilini bile henüz bilmediğim, hiçbir geçmiş biriktirmediğim, sokaklarının birinde, eski bir dostla karşılaşma ihtimalimin bile olmadığı, herkese yabancı, herkesin de bana yabancı olduğu bir ülkede kime ne kadar dürüst olabilirim ki? Başka bir adla tanıtsam mesela kendimi, dürüst olmadığımı söyleyebilirler mi?
Bugün yolda bir kadın, Hollandaca bir şeyler sordu. Ağzımı açtığım anda, onlara ait olmayan, onları rahatsız eden bir sesle konuşuyorum. Buranın yerlileri de, galiba her yerde olduğu gibi, kendi dillerine karışan başka sesleri sevmiyor. Biz, kendi insanımızı ne kadar bastık ki göğsümüze? Ana vatanda, ana dilimizi, çiğnete çiğnete öğretmedik mi? Başka sesleri ayıklamadık mı dilimizden? Belki de o yüzden sustum. Onların dilinde bağıramadığımdan. Ve anladım ki, ben sadece geçmişimi değil, sesimi, çığlığımı da orada bırakmışım. Ana dilini konuşamayınca insan öksüz kalıyormuş meğer. Gördüğü bütün yüzlere gülümseyen, söylenen her şeye evet dedirten bir öksüzlük. Yaşadığım en keskin ayrılık bu. O kadına, İngilizce cevap vermek yerine, bir ayıbı saklar gibi sakladım dilimi. Sağır ve dilsiz taklidi yaptım ve ne yalan söyleyeyim, o an çok eğlendim. Olmadığım biri olmak beni neden bu kadar eğlendirdi, bilmiyorum. Kendinden bile yoruluyor galiba insan. Ama eve dönünce, bunu yapmak zorunda olduğum, hayatıma hiç bilmediğim, ne konuştuklarını anlamadığım bir yerde devam etmeyi seçtiğim için oturup ağladım. Hem de çok uzun ağladım. Senden ve ülkemden ayrılırken ağlamadığım kadar. Şimdilik bunun bir seçim olduğuna kendimi inandırmak istiyorum. Diğer türlüsü beni daha da yaralar ve artık benim tükürüğüm, kendi yarasını iyileştiremeyecek kadar zehirli. Ki yutkundukça ömrümden çalıyorum.
Buralar soğuk. Ankara’nın soğuğuna, sen yanımda olduğun zamanlarda, karşı durmuş bedenim, burada çok üşüyor. Şimdi yanımda olsaydın, yine bu kadar üşür müydüm? Birlikte geçirdiğimiz son yazı hatırlıyorum. Hiçbir yaz, hiçbir yerde o kadar soğuk olmayacak biliyorum. Bakışlarımızın arasında uzayıp giden mesafeyi de alıp, buraya getirdim işte. Şimdi aramıza giren mesafe, üniversite koridorunda, yan yana oturduğumuz o iki odanın, aramızda durup bizi birbirimizden karış karış ayıran, incecik duvarından daha uzun değil inan. Ve üstelik mesafeleri nicedir el yordamıyla ölçmüyorum. Umarım, bana baktığında düşmekten korktuğun o boşluk evinde hâlâ gezinmiyordur. Sende kaldığım zamanlarda kullandığım ve giderken bile bile, bir ızdırap gibi sana bıraktığım terliklerimi, onlara bakıp bakıp, yeterince acı çektiysen, artık atabilirsin. Geri döneceğimi sanmıyorum. Dönmek, dönebilmek ağzımın tavanında döve döve unutmaya çalıştığım kelime. Bir de adın.
Burada evler genelde tek ya da iki katlı. Apartmanlarsa en fazla beş… Yığınlar halinde yaşamıyor insanlar, her anlamda. Aralarında birbirlerine değmeyen bir boşluk. Evlerin ve insanların… Oysa biz orada, kalabalık olmaya inanıyorduk. Yanyana durmaya. Yanyana durunca devrilmeyeceğimize. En vahimi bütün olduğumuza inanıyorduk. Bir bütün kaç parçaya bölünür ki Z? Ben tek başıma hiçbir anlam ifade edemezken, kaç kişiyle toplanıp, kaç kişiye çarpmalıydım ki kendimi? İnançla yürüdüğüm yolların kuytusunda bir yerde, derime işleyen o coğrafyayı söküp aldılar içimden. Geriye kuru bir beden kaldım. Ben, kendimi kırk eşitsiz parça halinde topladım kalabalıkların koşar adım uzaklaştığı yerden ve bir sınırdan geçtim. Başka bir sınıra vardım. Bir deri, bir kemik… Elimde küçücük bir valiz. İçine ne sığdırabildimse… Ve kemiklerim kıtır kıtır dağılırken vedalarda son bir çabayla, soluk soluğa geldim buraya. Arkamda çok ölü bıraktım. Ben, kendimi, ben diye bildiğim, öğrendiğim her şeyi karanlık odalarda kusa kusa, yeni bir başlangıcı hak ettim Z. Başka biri olmayı hak ettim. O rutubetli odalarda kısacık kesilen saçlarımı, dilsiz bir umuda uzatıyorum şimdi. Artık onlara makas değmeyecek. Bu bile çok değil mi? Ve anladım ki dilim, bir tek senin ağzının içinde kendine bir toprak bulmuş meğer. Orada ben, dilimi dökmüşüm diline. Dilimle diline dolanmışım. Ağzının içinde yurt kurmuş, inleye inleye, dişlerinin arasındaki bütün boşlukları, sızabildiğim tüm delikleri işgal etmişim. Ve dilim, seni ağzından öpemeyecek kadar uzak, kendi ağzında sürgünde şimdi.
Artık bir oda, bir salon ömrüme, yine kuş desenli perdeler astığım pencerelerden, bir parka bakıyorum. Çam ağaçları, soğuğa rağmen yemyeşil. Onlarla konuşabilseydim, kök salmanın ve böyle dimdik ayakta kalmanın sırrını sorardım. Buraya geldiğimde, kiraladığım bu evde, zaten beni idare edecek kadar eşya vardı. Evi ev yapma arzumu eminim sen benden iyi bilirsin. İkinci el eşyalar satan dükkanlar kurtarıcım oldu. Her şey yenisinden çok daha ucuz ve kullanıp tüketmek yerine, ben, eşyanın el değiştirmesini, her şeyin eskisini ve yaşanmışını seviyorum. Keşke bunu, ilişkimiz için de söyleyebilseydim. “Kullanılmış aşk. Sahibinden. Üzerinde birkaç yılın izi var ama tamir edilebilir.” Aldığım ikinci el sehpanın açıklamasında (Google translate ile çevirdiğim kadarıyla) bu yazıyordu. Elbette aşk yerine, sehpa. Biliyorum, artık hiçbirimizin zamanı yoktu onarmaya. Kırılıp bozulanı elden çıkarıyor, boşlukları arsızca yenileriyle dolduruyorduk. Kullanılmış eşyalar ve hayatlar deposuydu ömrümüz. Ben sadece kendimi, emanet gibi oturduğum koltukların kıyısından alıp, buraya koydum, hepsi bu.
Yine ikinci el dükkanların birinden aldığım ve şu an, sana bu satırları yazarken oturduğum sandalye de, benim gibi, hareket ettikçe ağrıyor. Sandal ağacından yapılmış bir sandalye. Kokusunu çoktan yitirmiş… Siyah deriden oturaklığı. Yer yer çatlamış derisi. Üzerine oturunca ve hareket edince bir ah çekiyor. Her an düşebilirim. Önümde uzanan yeşilliğe buradan bakıyorum. Uzun, siyah, kuyruklu bir araba durdu geçen gün ağaçların önünde. Ardından, birkaç araba daha. Herbiri siyah giyinmiş, kadınlı erkekli bir kalabalık indi arabalardan. Kuyruklu arabanın bagajı, benim buradan bile hissettiğim bir ağrıyla açıldı. Ellerinde beyaz eldivenleri, şapkalı, yüzlerinde tek bir çizgi kıpırdamayan adamlar, siyah, parlak bir tabutu bagajdan çıkarttıklarında anladım meğer benim park sandığımın, mezarlık olduğunu. İrkildim. Çünkü duş alırken, banyo penceresinden bile görüyorum mezarlığı. O kadar çıplağım burada ölülere. Burada ölüm, oradaki gibi değil. Orada her gün, hayatta kaldığımıza şaşa şaşa yaşamaya devam ederken, yanımızdan çocuk yaşında, sek sek oynarken daha, kursağımızda kalan bir hayatla geçiyordu ölüm. Ve biliyor musun, biz orada ölüme, şu an benim durduğum mesafeden daha yakın duruyorduk. Böyle, çorba karıştırırken mutfak penceresinden mesela, ya da pencereye vuran ve durmak bilmeyen yağmuru izlerken bir mezarlığa bakmak, yaşadığımı hissettiriyor bana. Çok hüzünlü gibi duruyor değil mi? Ama inan bana değil. Kendi ülkemde, içine karışamadığım, her gün azaldığım ve ertesi güne nasıl uyanacağımı bilemediğim sessiz bir kalabalığa bakmaktan daha hüzünlü değil. Hepimiz bir yalnızlığa düşüyoruz ve buradaki, oradaki kadar derin değil. İnan bana, kaybettiklerimi gömemenin kederi, onları gömmekten daha ağır. Böyle, her Allah’ın günü bir mezarlığa bakmak galiba bana iyi geliyor. Yerini bilmek. Ben ölülerimin yerini hiç bilemedim ki kendimi bir yeryüzü parçasına koyayım.
Sana adresimi yazmayacağım. Bulunmaktan korktuğum kadar, adresimi verdiğim halde beni bulmamandan korkuyorum. Bir gün, bir toprak, küçücük bir saksı bile olabilir bu, bana göğsünü açar, orada kök salmama izin verirse, sana nerede olduğumu söyleyebilirim. Şimdilik penceremin ardından kuzeyde bir yerde, çok uzaktaki bir güneşe bakıp, bedenimi çatlatıp yeşermeye çalıştığımı bil yeter. Ama kök salabilmek için, tohumun toprağını sevmesi kadar, toprağın da tohumu sevmesi gerekiyormuş. Bunu döne döne düşen bir yaprağa baka baka öğrendim.
Sana tekrar yazar mıyım bilmiyorum.
Şimdilik sevgiyle kal.
Gülzerin
Şubat 2013
*************************
Ah Gülzerin!
Mektubunu ağrıyla ve özlemle okudum. Sonra, bir kez daha, terk ettiğin evinin sokağına gidip, son kez artık ışıkları yanmayan pencerelerine baktım. Senin oradan bakıp bakıp gördüğün dünyayla, benim gördüğüm dünyanın aynı olmadığını anladığımdan, ayağıma gelen ilk taşa okkalı bir tekme atıp, sokağına bir daha gitmemeye karar verdim. Ama üniversitedeki odanın önünden, başımı öne eğerek, senin gibi hiçbir aşktan, bir geçmişten ayrılıp gitmek zorunda kalmamış, hiçbir “suç”u olmamış ayaklarıma bakarak her gün geçiyorum.
Şimdi bulunduğun yerdeki alfabede, adındaki u harfinin üzerindeki iki noktandan vazgeçebilirsen, dönme! Burada her şey aynı. Gidişinle ne arada sırada uğradığın bu ev ne de uğruna, yana yakıla kendini “kurban” ettiğin bu ülke dağılmadı. Aynı kalabalık, bölüne birleşe, düşe kalka sokaklarda yürüyor. Haklı öfkeni hep yanlış yere kusmanın bedeli belki de bu ayrılık. Evet, uzun süre terliklerine bakıp bakıp ağladım. Ama o terliklerle, mütemadiyen evin içinde huzursuzca dolaşmandan terliklerin de ben de o kadar yorulmuşuz ki, ardında bize bıraktığın sessizlik bana da, eve de iyi geldi. Hayır, terliklerini atmayacağım, bir gün dönersin diye değil, onların yorgunluğunu bir çöplüğün bile taşıyamayacağını iyi bildiğimden. Senin için, bizim için çok üzgünüm. Ama kırgın değilim artık. Hâlânın anlamından çok, artık kelimesinin anlamını da düşünsen iyi olur.
Gülzerin, yurt edindiğini söylediğin ağzımda, gidişinle bir boşluk bıraktın ve ben artık ne zaman konuşsam bir yılan tıslamasına dönüyor sesim. Ağzımdaki son öpüşün de, beni terk etmesin diye, ne zamandır ağzımı bıçak açmıyor. Dilimi ağzıma katladım.
Adresini vermediğin için, bu mektubu bir zeytin ağacının dibine gömeceğim. Olur da oralarda bir zeytin ağacına rastlarsan, toprağını deş. Köklerine in. Onu oradan sökmeye kalktığında, toprağa ne olduğuna iyi bak. Ben işte bu yüzden burada kaldım. Lütfen bunun için bana kızma. Ben toprağımı yarmadan, bir yerden başka bir yere gidemem. Yani, kök salmanın da bir bedeli var Gülzerin. Bazen kalmak da sürgünlük. Ayaklarını toprağın kalbine batırıp, kök salmadan önce bunu iyi düşün. Ama yine de buna karar verir ve bulunduğun yerde kalırsan, hani sen buna ağaç olmak diyorsun, senin başını eğip, saçlarını suya uzatan bir salkım söğüt olacağına inanıyorum. Ve eminim, sen dallarına bağlanmış çaput parçalarında rengarenk dilekler taşıyacaksın. Gözlerimi kapatıp, seni şimdi böyle umut içinde hayal ediyorum. Hepsi bu. Şimdi beni, her Allah’ın günü baktığın o mezarlığa göm Gülzerin. Ömründe, mezarının yerini bildiğin bir ölün olsun.
Z.
0 Yorum